Sunday, December 23, 2012

2013 Afrika Yılı benim icin...



2013 yilini Afrika yili ilan ettim.

29 Aralik 2012 - 01 Ocak 2013 Tunus
21- 26 Ocak 2013 Cape Town
29 Ocak - 03 Subat 2013 Zanzibar

2013'un sonraki on ayi icin de planlar arasinda Uganda, Ruanda, Senegal, Moritanya ve Fas var.

Tesekkurler "Miles and Smiles" demek istiyorum.
Türk Hava Yolları "Kuzey Afrika"yi Avrupa ile ayni kategoride tuttugu surece Afrika'yi gezmeye devam edecegim. :D

Thursday, November 22, 2012

Beyrut'un Tadı ve Tuzu

Beyrut'a gitmek isteyenlerin ilk sordugu soru: Nerede ne yiyelim ve icelim?

2011'de isim dolayisiyla Beyrut'a 3 kez gittim. Bircok yerde yedim, ictim, Lübnan'i gezdim.

Iste Gezi Defterim'e aldigim notlar:

Beyrut'ta kebap icin Karam, Karamna, Abd el Wahab veya Al Falamanki'de yemek yiyin. Yemekten once nargilenizi icmeyi unutmayin. Kebaplar her yerde ayni ve oldukca basarili. Ama en bence sadece mezeler ile doymak mumkun.

Abd el Wahab'a giderseniz (51, Abdel Wahab El Inglizi Street, Beirut, Lebanon / Tel: + 961 1 200 550/1) ve teras aciksa mutlaka terasi tercih edin. Ozellikle aranizda sigara icenler varsa terasta cok daha rahat edersiniz. Beyrut'taki lezzet turunun en kotu yani hala heryerde siga icilebiliyor olmasi. Her yer dumanalti. :(

Kibbe bizim icli koftenin Lubnan'daki adi. Ama bizdeki gibi sadece kiymali degil. Baska secenekleri de var. Tercih ettiginiz mezeler arasında mutlaka olmali.

Bir baska denenmesi gereken meze fatteh. Süzme yogurt, nohut, kızarmis pita ekmegi (Khubz) ve cam fistiginin üzerine zeytinyağı ile kimyon dökülerek sunuluyor. Ayni yemegin patlicanlilari da bircok menu de var. Kesinlikle ve kesinlikle denenmeli.

Al Falamanki benim favori mekanim. Agaclarin altindaki masalar mukemmel. Bahce acilmamis ise icerisi de cok basarili. Eski aynalardan olusan dekoru cok sevdim. Yemekler Abd el Wahab kalitesinde degil ama bircok Istanbul kebapcisindan daha basarili. Yemek sonrasi tavla, kagit oynamak mumkun. Bu mekanin tek kotu yani rezervasyon kabul etmemeleri. Kalabalik gruplar icin erkenden gidilmeli.

Corniche'de sıkı bir yuruyusun ardindan Hard Rock Cafe Beirut'ta kahvenizi icebilirsiniz. Yagmurlu bir pazar sabahinda HRC'nin ust katindaki cam kenari masalar denizi ve yagmuru seyretmek icin kesinlikle tercih edilmeli.

Beirut'a gitmisken Falafel yemeden dönülmez. Hamra'daki Barbar'i veya Downtown'da Al-Omari Camii yakinlarindaki Sahyoun Falafel'i kesinlikle oneririm. (Damascus Road)

Ogle yemeginizi Guvercin Kayaligini seyrederek yemek isterseniz Raouché'de Grand Cafe veya Petit Cafe'yi tercih edin. Raouché Arjaan Hotel'in tam karsina gelen yerdeki bu kafeler Lubnanli aile ile dolu her zaman. Fiyatlar yemek kalitesine ve servise gore pahali. Manzara muthis.

Ermeni yemeklerini tatmak isterseniz kesinlikle Mayrig'i deneyin. Ama gider gitmez yer ayirttirmayi unutmayin. Kucuk bir yer ve ozellikle cuma ve cumartesileri yer bulmak imkansiz. Fishna Kebab (Visneli Kebap) muhtesem.

Eger arap yemeklerine doydum diyorsaniz Gemmayzeh'de Margherita'nin pizzalari mukemmel, hizmet kalitesi super, fiyatlar fena degil.

Daha upscale bir Fransiz yemegi icin Centrale diyorum. Yemekler fena degil, ortam guzel. Fiyatlar ortalamanin ustunde.

Cok şık bir dineout icin Four Seasons'in bir arka sokaginda L'avenue du Parc cok elegan bir secim. (Ahmad Chawki Street, Minet el-Hosn). Geceye hemen yan sokaktaki MyBar'da devam edebilirsiniz.

Sokak yemegi Beyrut'ta her yerde. Hamra cevresinde bircok bufede Zahterli Manouche yemek mumkun. Icine biraz domates ve hellim peyniri koydurdunuz mu mukemmel oluyor. Cornishe'de Starbucks'in yanindaki bufede de cok lezzetli Manouche yapiyorlar. Yummy!

Byblos (Jbeil)'ta Chez Pepe/Byblos Fishing Club'da balik yada kalamar yiyin. Ogle yemegi menusu ile karninizi doyurabilirsiniz. Bu arada duvarlarda ünlü ziyaretcilerin fotograflari ile dolu. Symi'deki Manos'un yerine benziyor bu sekilde.

Balik ile araniz yoksa veya kebaba doyamadiysaniz Chez Pepe'nin hemen yanindaki Bab el Mina'yi deneyin. Fiyatlar biraz tuzlu ama hersey mukemmel ve manzara cok guzel.

Byblos'un arastasinda Osmanli izlerini arayin, Finikelilerin ilk alfabesini gorun. Balık Fosilleri Dukkanini sakin es gecmeyin.

Teleferik ile Harissa'ya cikin. Balkonlarda oturanlara el sallayin.

Jeita'nin alt magarasinda kisa bir tekne turunu yapmamazlik etmeyin.

Baalbek'i gormeden sakin donmeyin. Ingilizce biliyorsaniz mutlaka rehber alin. Giris 8 usd. Rehbere de 25-30usd verirsiniz. Ama kesinlikle deger.

Baalbek yolu uzerinde Ksara Saraplari'nin üretildigi Chateau Ksara'ya ugramayi unutmayin. Ozellikle ficilari ve siselerin sakladiklari tuneller inanilmaz etkileyici.

Yine ayni üreticiden ülkenin en iyi Arakini da alabilirsiz. Ksarak.

Lubnan kucuk bir ulke ama lezzet avcilari icin gercek bir hazine. Tekrar tekrar gelmek isteyeceksiniz bu keyifli ulkeye...

Kıskanıyorum...



Insanlar kendisinde olmayanlari ister, sahip olamagi veya paylasamadigi seye sahip olanlari kiskanir...

Benim icin kiskanclik diger gezginlerin anlattiklarini dinledigimde, dunyanin bambaska bir ucunda veya belki de sadece otuz kirk kilometre otedeki bilmedigim, daha once gitmedigim bir yerin fotograflarina baktigimda, o yeri anlatan bloglari okudugumda baslar.

Neden ben de orada degildim? Nijer nehrindeki o sandaldan bozma teknede ben neden yoktum? Kiyikoy'de o fotograflar cekilirken ben neden orada degildim??? Palawan Adasi'nda o plajda yuruyen neden ben degilim?

Dunya cok buyuk; gez, gez bitmez...

Asya, Afrika bu dunyanin temeli. Kulturler doganin parcasi... Yasamlar doga ile ic ice... Fakirlikler icindeki insanlarin yuzundeki gulusler gercek... Yapmaciklik olmadan, kandirmaya calismadan...

Avrupa'daki, Amerika'daki yuzeysellik yok buralarda... Oyunlar yok... Kara Kita Afrika... Kulturler Karnavali Asya... Rengarenk Guney Amerika... Gezilecek, gorulecek, hissedilecek o kadar cok yer, yasanacak o kadar cok an var ki...

Su anda yolda olup gitmedigi bir yere gidenleri o kadar cok kiskaniyorum ki... :D

Beni Instagram'da izlemeyi unutmayin....




Wednesday, November 21, 2012

The Royal Livingstone


Victoria Şelaleri. Dünya’nın en büyük üç şelalesinden biri. Ama bunların içlerinde en az turist alanı. Afrika’nın ortasında bir yerlerde. Uçak ile ulaşımın dışında çok fazla opsiyon yok.

Bu da bölgedeki kaliteli otellerin sayısının çok az olmasına neden oluyor. Talep olmayınca arzda sınırlı kalıyor.

Bölgede en güzel yerlere otel yapmış bir tek otel zinciri var. Güney Afrika’nın ünlü Sun City’sinin sahibi Sun International. Sun International’ın Victoria Şelaleleri dibinde iki oteli var.

Zambezi Sun, ismini Victoria Şelalelerinin üzerinde bulunduğu nehirden alıyor. Üç yıldızlı tatil köyü havasında bir otel. Üç yıldızını hak eden ama yeri dışında pek de başarılı olmayan bir tatil köyü.

Ancak aynı sözleri, Zambezi Sun ile aynı kompleks içinde yer alan beş yıldızlı “The Royal Livingstone” için söylemek kesinlikle mümkün değil.

Bahçesinden başlayalım. Zambezi Sun tam şelalelerin yanında yer alırken, The Royal, nehrin üst tarafında ve nehrin tam kıyısına kurulmuş. Zambezi Nehri’ne bakan muhteşem güneş güvertesi diye çevirebileceğim “sundeck” gününüzü içkinizi yudumlayarak bitirebilmeniz için ideal bir yer. Çimenlerin ortasındaki bu “sundeck”lerde rahat koltuklarda oturarak güneşin batışını izleyebilirsiniz. Ama sivrisineklerden korunmak için yanınızda “OFF” götürmeyi unutmayın.




Otel ise kesinlikle görülmeye değer. İngiliz elagansı ile dekore edilmiş otelde dolaşırken hayranlığınızı saklayamıyorsunuz. Aksesuarlar çok yerinde seçilmiş, çok sade ama bir o kadar da şık bir dekorasyon. Benim bir şek yazmama gerek yok, fotograflar konuşuyor zaten.

Resepsiyon çok şık.



Lounge bölümünde, söminenin üzerindeki Victoria Şelalelerini 1855 yılında ilk ziyaret eden batılı olan David Livingstone’un portresi asili. Cok elegan bir ortam.



Piano Barı çok etkileyici. Eski bir kitaplik oldugu anlasilan bar çok şık.



Bu otelde kalmıyor olsanız bile kesinlikle bir yemek yemenizi öneririm. Benim yediğim balıklar çok lezzetliydi. En zarif olanı ise yemek sırasında “sous chef” yanımıza gelerek sorularımızı yanıtladı.

The Royal’in fiyatlarını bilmiyorum ama bir daha Victoria Şelaleri’ne yolum düşerse kesinlikle bu otelde kalıp bu keyfi yaşamak isterim. Size de tavsiye ederim.

Monday, November 19, 2012

Zimbabwe Vize Macerasi





Zambiya’ya gelmişim. Victoria Şelaleleri’nin Zambiya tarafını gezmişim. Demişlerki nehrin diğer tarafı Zimbabwe. Bütün gereken bir köprüyü geçmek. Üstelik bütün yazili kaynaklar Victoria Selaleri’nin en güzel Zimbabwe tarafından görüldüğünü anlatıyor.

Bu durumda maddi bedeli ne olursa olsun, bu kadar yakına gelmişken köprünün diğer tarafına geçmeyi siz istemez misiniz?




Ben istedim ve yaptım. Biraz uzun ve zahmetli oldu ama çok keyifli bir beş saat geçirdim.

Zambia’da kaldığımız otel Zambezi Sun, Victoria Şelaleleri’ne en yakın otel. Güney Afrika’daki ünlü Sun City’nin de sahibi olan Sun International’ın oteli. Odamızdan çıkıp şelaleye gitmek yürüyerek on dakika bile sürmüyor. Şelalelerde suların döküldüğü alan yaklaşık 1800 m genişliginde. Ancak bizim gittiğimiz dönem olan Ekim ayında yağmurların azlığı ve şelalerden önce su tutan hidroelektrik santral sebebi ile debisi düşen Zambezi nehri şelalenin Zambiya tarafına hiç su gönderemiyor. Bu nedenle şelalerde çok fazla bir su dökülüşü göremedik.

Sabah gezimizin ardında öğleden sonram grubum ekstra bir faaliyet yapmak istemediği için boş kalmıştı. Bir gün öncesinden grubumun yerel rehberine Zimbabwe’ye gitmek istediğimi söylemiştim. Bana yürüyerek bu geziyi yapabileceğimi, en büyük sorun olan vize konusunu ise araştıracağını söyledi. Sabahki gezide sınırda Türklere vize verilmediğini vizenin önceden alınması gerektiği şeklinde bilgi aldığını iletti bana. Haber can sıkıcıydı. Ancak Varuna Gezgin’de Murat Fıçıcı’nın Kasım 2011’de kapıda vize aldığını okumuştum. Şansımı yüz yüze denemek istedim. Yürüme mesafesindeki bir sınırda çok fazla kaybedeceğim birşey yoktu.

Misafirlerimden biri de bu macerada bana eşlik etmeyi kabul edince, iki bayan yollara koyulduk. Otelden çıkıp Zambia sınırına gelmemiz sadece 10 dakika sürmüştü. Zambia’ya girerken $50 karşılığı tek giriş vize aldığımız için önce Zambiya tarafındaki pasaport görevlisi bayan ile pazarlık ettik. Eğer Zimbabwe’den vize alamayip geri dönersek yeniden bir $50 ödemeden ve vize almadan Zambiya’ya girebileceğimizi kabul ettirdik. Pasaportlarımız kaşelendi ve “no-man’s-land”da yürümeye başladık.



Çok fazla araştırma yapmadan geldiğim için bu yolun ne kadar sürdüğünü bile bilmiyordum. Öğle güneşi altında, oldukça bozuk bir yolda yürürken yürüdüğümüz yol bana sonradan bir taksi soföründen öğrendiğim 1,8 km’den çok daha uzun geldi. Yol üzerinde sabah Zambiya tarafından gördüğümüz 1904 yılında yapılmış demir köprüyü geçtik. Köprünün tam ortasındaki kulübenin tahmin ettiğim gibi güvenlik kulübesi değil bungee jumping noktası olduğu ortaya çıktı.

Nehrin diğer tarafına geçmiştik artık. Zimbabwe tarafındaydık. Ancak hala Zimbabwe sınır noktası görünürde yoktu. Yol daha da kötüleşmişti. Bir sürü inşaat işçisi yol inşaatında çalışıyordu. İlginc olanı çalışan işçilerin yarısının kadın olmasıydı.

Karşı yönden yürüyerek gelen İngilizler sınırın biraz daha ilerde olduğunu söylediler. Gerçekten de yoldan geçen tırların park ettiği yerin arkasında sınır binası biraz sonra görünmüştü. İçeri girdiğimizde beyazlardan oluşan uzun bir “vize” kuyruğu bizi karşıladı. Siyahlar sadece pasaportlarını göstererek ve bir kaşe ile yanımızda geçerken bizim bekleyişimiz başladı. Önümüzde 20 kişilik bir İtalyan grubunun vizeleri alındı önce. Sonra yaşlı Danimarkalı bir çift vizelerini aldı. Sonrasında ise dört aylık bebekleri ve üç yaşındaki kızları ile Fransız bir aile vizelerini alarak Zimbabwe’ye giriş yaptılar.

Sıra bize gelmişti. Pasaportları gösterdik. İlk tepki vizeyi önceden almamız gerektiği yönündeydi. Bunu bildiğimi ama Victoria Şelalelerini görmek için sadece iki üç saatliğine geldiğimizi anlattım. Şansımızı demek istiyorduk. Cevap yine “olmaz,” şeklindeydi. Türklerin $100 ödeyerek buradan vize aldığını duyduğumuzu söyledim. Başını olumlu anlamda salladı pasaport görevlisi. “Agent Visa,” dedi. O şekilde vizeyi $100’a verebileceğini söyledi. Elimizde olan paraları uzattık hemen. Vizeyi almıştık. Vizelerin hazırlanması sadece üç dakika sürdü. Çıkartma vize pasaporta yapıştırıldı. Vizenin kullanıldığına dair kaşe vuruldu. Sonunda olmuştu. Zambiya’da otelden çıktıktan tam bir buçuk saat sonra Zimbabwe’ye girmiştik.



Zimbabwe sınır karakolundan hemen 100m ilerde Victoria Şelaleleri Ulusal Parkı’nın girişi var. Giriş bedeli $30. Ödemeyi Dolar, Euro veya Rand olarak yapabilmek mümkün. Kredi kartı ile de ödeme yapılıyor. Dünyanın bu bölgelerinde kredi kartı kullanmak bana hiç akılcı gelmediği için biz R280 odeyerek giriş yaptık. Parkın hemen girişinde beyaz Zimbabweliler tarafından işletilen cafede, muhteşem birer sandwich yiyip dolar olarak hesabımızı ödedikten sonra Zimbabwe tarafındaki Victoria Şelaleleri turumuza başladık.



Söyleyen doğru söylemiş, yazanlar çok doğru yazmış. Şelaleler gerçekten Zimbabwe tarafından çok daha muhteşem. Ama bu başka bir yazı konusu. :D

İki saatin sonund parktan çıktığımızda Zambia tarafına kadar olan yaklaşık iki kilometrelik yürüyecek halimiz gerçekten kalmamıştı. Bir taksi ile kısa bir pazarlık sonucu $10’a anlaştık. 10 dakika sonunda Zambia sınırındaydık. Zambiya’ya girerken havalimanında bir gün önce aldığımız vizeyi kullanmış olduğumuz için bir kere daha $50 ödeyerek tekrar Zambiya vizesi aldık.



Eğer Zimbabwe’ye geçeceğinizden eminseniz bizim gibi iki tane tek girişli vizeye toplamda $100 ödemek yerine, $80 karşılığında iki girişli vize almak mümkün. Toplamda kişibaşı $185 harcayarak Zimbabwe’ye geçtik, ulusal parka girdik, şelaleleri Zimbabwe tarafından gördük. Toplamda beş saatin sonunda tekrar Zambiya’daydık. Hazırlık yapmadan gittiğim için kaçırdığım tek yer The Victoria Falls Hotel’i. Bu tarihi oteli de görmek isterdim.

Doğru mu yaptık? Gezip gördüklerime değer mi harcadığımız para? Bence kesinlikle değer. Zambiya’ya kadar gelip, bunu yapmasaydım, gerçekten çok üzülürdüm.

Victoria Şelaleleri, Zambiya



Zambiya denince bir anda elimin ayağımın kesildiğini hissettim. Dünyanın üç büyük şelalesinin hiçbirini görmemistim ve bir anda karşıma bunların en ulaşılmazına gitme fırsatı çıkmıştı.

Niagara, Iguasu ve Victoria Şelaleleri dünyanın en büyükleri. En önemli ortak özelleri ise, paylaşılamadıklarından olsa gerek, iki ülkenin sınırında olmaları. Niagara Şelalesi New York şehrine altı saat uzaklıkta ve ABD – Kanada sınırında yer alıyor. Kanadalılar şelalenin Kanada’dan çok daha güzel ve heybetli göründüğünü her zaman belirtmekten gurur duyuyorlar.

Iguasu Şelalesi ise Brezilya – Arjantin sınırında. Güney Amerika turu yapanların en önemli durağı. Hangi taraftan daha güzel ve ihtişamlı görüldüğü hala tartışma konusu.

Victoria Şelaleleri ise Güney Afrika’nın kuzeyinde, Zambiya ve Zimbabwe sınırını çizen Zambezi Nehri’nin üzerinde yer alıyor. Buraya ulaşmak, Afrika’da uçak ucretleri oldukça pahalı ve seferler az olduğu için daha zor. Ayrıca bu şekilde programlarda çok sık hazırlanıp satılmıyor. Bu yüzden Güney Afrika ve Zambiya programı alternatifi oluşunca hiç düşünmeden “evet,” dedim.

Ekim ayı şelaleleri özellikle Zambiya tarafından görmek için iyi bir zaman değil. Yağmurun en az olduğu dönem olduğu için nehrin debisi oldukça düşük. Bu da şelalelerden akan suyun azalması demek. Zambiya tarafında su neredeyse %90 azalıyor. 1800m genişliğindeki şelale ağzında Zambiya tarafının Zimbabwe tarafına göre biraz daha yüksekte olması suyun debisi düştüğünde buraya su akışını azaltıyor. Bu da görsel olarak Zambiya tarafının çok zayıf olmasına sebep oluyor.

Şelaleleri görmek için kaldığımız Zambezi Sun otelinin bahçesinden Ulusal Park’a geçiş yapıyoruz. Sonrasında ise şelalelerin aktığı boğazın tam kenarında yürümeye başlıyoruz. Çeşitli noktalarda seyir terasları yapılmış. Buralardan hemen karşımızda kalan şelaleleri yada su olduğunda şelalelerin aktığı kuru toprakları görebiliyoruz. Bıçak Sırtı “Knife Edge” Köprüsü’nden geçerek bu sefer Zimbabwe ile sınırı çizen Zambezi nehrinin kıyısına geliyoruz. Ama yine çok derin bir yarığın veya boğazın en yüksek noktasındayız. Tam karşımızda yarığın diğer tarafındaki insanlar başka bir ülkede, yani Zimbabwe’deler.



Yürüdüğümüz patika yolların kenarında kırılmış agaç dalları, devrilmiş var. Rehberimiz buralara akşamları fillerin geldiğini ve bu hasarları onların verdiğini söylüyor. Şaşırıyoruz. Ancak yollarda taze fil dışkıları açıkça görünüyor. Bu patika yollara nasıl girdiklerini hayal bile edemiyoruz.

Zimbabwe tarafına geçmek isteyenler için Victoria Şelaleleri’ni sadece bu kadar görmek gerçek bir hayal kırıklığı. Özellikle Zimbabwe tarafında şelalelerden oluşan su bulutunu gördüğünüz zaman şelalenin o tarafının çok daha etkileyici olduğunu anlıyorsunuz.



Gezimizi bitirerek otele doğru dönüşe geçiyoruz. İki ülkeyi bir birinden ayıran boğazı birleştiren tek nokta 1904 yılında inşa edilmiş bir demir köprü. Uzaktan bu köprüyü görerek ulusal park alanından çıkıyoruz.

Yolumuzun üzerinde genelde ahşap ürünlerinin satılan pazarda duruyoruz. Az turist olan bir dönemde olduğumuzdan sıkı pazarlıklar oldukça başarılı sonuç veriyor. Yüklendiğimiz maskeler, heykeller ile ellerimiz kollarımız dolu olarak odalarımıza dönüyoruz.

Victoria Şelaleri’ni görmenin heyecanı ama gördüklerimizin hayalimizdekilerin çok daha azı olmasının verdiği hayal kırıklığını gruptaki herkes hissediyor. Şimdi herkeste bu akşam saatlerinde yapacağımız safarinin heyecanı var...

Tuesday, October 30, 2012

Yine Yeniden...



Bu blogu acali neredeyse 6 ay civarinda oldu ama bir turlu verimli kullanma yontemi gelistiremedim.

Bu yazı yeni denemelerimin baslangıcı. Gecen zamanda ne yaptın diye soranlara cevabım, "çalıstım ve gezdim," olacak.

Bir sira takip etmeden aklima geldigi gibi yazacagim bundan sonra. Uzun ve detayli yazilar yazmanin bana zaman kaybettirdigi ortada. Oysa o kadar cok paylasak anim, bilgim ve dilegim var ki.

En zoru bunlari kagida veya artik bugun oldugu gibi internete aktarmak. :)

Ama bu sefer kararliyim. Başaracagım. Yeni bir isim ve ümit ediyorum ki daha güzel şeyler yapabilmek için daha çok zamanım var artık. :) Beni izlemeye devam edin...

Monday, February 20, 2012

Üç Saatte Çölden Kara

Arica. Sili'deki son noktam. Pasifik Okyanusu kiyisinda plajlari ile unlu bir sehir. Bugunku yolculugum bu sehrin otobus terminalinde basladi. 09.30 otobusunun son uc koltugundan biri benimdi artik.

Bir suru insan dolustuk otobuse. Hem bu pahali ulkeden ayrilacagim icin seviniyorum hem de goremediklerim icin uzuluyorum.

Yol yine col. Iki yanimizda kupkuru topraklar. Son derece tehlikeli birkac viraj var. Asagisi tas toprak. Yan tarafta bazi korkuluklarin ucmus olmasi isin ciddi oldugunu belirtiyor.

Deniz seviyesinden yukseklere cikarken cografyada yavas yavas degisiyor. Yagmur ile birlikte colun uzerinde yesil bodur bitkiler basliyor.

Bu arada yolun durumu gercekten kotu. Uzun sure yagan yagmurlar yolda gocuklere neden olmus. Yollar cift yonlu gecise kapatilmis. Bir derken iki derken artik gocukler bitiyor. Yerine tamamen toprak altinda kalmis yollarda ilerliyoruz. Bu yol denize kiyisi olmayan Bolivya'yi denize baglayan tek yol. Yolda bekleyen yuzlerce TIR arasinda gecip yola devam ediyoruz.

Bir viraji gectikten sonraki manzara muhtesem. Karli And Daglari tam karsimda. Sira sira dizilmis karli daglar. Gokyuzunde beyaz bulutlar eslik ediyor bize. Birden bire birkac damla yagmur dusuyor otobusun camina ve bulutlarin uzerinde bir gok kusagi beliriyor. Otobus yolcuklarinin sevdigim yani bu iste. Butun degisimi gorebiliyorsunuz.

Daliyorum bir an. Uyandigimda disarida kar yagiyor. Inanilmaz! Sinira dogru yaklasiyoruz. Yol kenarlari bembeyaz. Sanirim yolun en yuksek kesimindeyiz. Biraz sonra kar duruyor, yol kenarlarindaki karlar kayboluyor. Hava hala cok soguk.

Sonunda sinir gozukuyor. Butun otobus bagajlari ile iniyor. Once Sili'den cikis yapiyoruz sonra Bolivya'ya giris.

Bolivya'ya girisimi yapan polis pasaportumu gorunce komaya giriyor. Listeler aciliyor. "Turquia... Turquia...", diye soyleniyor. Gidiyor birisi ile konusuyor, listeyi tekrar kontrol ediyor ve pasaporta damgayi vuruyor.

Bundan sonra hala dort saat yol var. Baskent La Paz'a ilerledikce yagmur artiyor, etraftaki bodur yesillikler artiyor. Arada ekili araziler ufak ufak basliyor. Ama tam amlami ile fakir bir ulke burasi. Sili kendini Guney Amerika'nin almanya'si olarak goruyor. Bolivya'da Moldovya herhalde. Ama bir backpacker icin cok cok ucuz.

La Paz'a dogru ilerlerken yukseklige bagli basagrisi basliyor bende. Bakalim orada hava nasil olacak? Neler bekliyor beni?

Sunday, February 19, 2012

Yukseklerdeki Mavilik

Sili'ye gelirken burasi benim icin sadece Bolivya'ya ve Machu Picchu'ya ulasmak icin ara bir noktaydi.

Buraya gelirken boyle muhtesem bir dogaya sahip bir ulke bulmayi gercekten beklemiyordum.

San Pedro de Atacama'da gecirecegim tek gunde tam gunluk bir tur aldim. Lagunlar ve Flamingolar Turu.

Sabah sekiz bucukta kaldigim hostelden ciktik. Iki saatin sonunda hala yoldaydik. Bombos bir colun ortasinda gidiyorduk. Arac durdu bir anda. Otobustekiler fotograf makinalarina saldirinca gordumki aracin diger yaninda bir lama surusu vardi. Ilk lamalarimi gormustum. Ne yazikki lamalarin ruh hali pek saglam olmadiginda rehberimiz aractan inip fotograf cekmemize izin vermedi. Yola devam ettik.

Yoldaki bir tabela San Pedro de Atacama'dan 105km uzaklastigimizi soyluyordu? Nereye gidiyorduk boyle. Otobus yine durdu bir kulubenin onunde. Iniyoruz dedi rehber. Aractan her inene nasilsin, kendini nasil hissediyorsun diye soruyordu. Sonra soylediki o anda tam 4001m'deymisiz.

On dakikalik bir yuruyus bizi Miscanti Volkani'na ve hemen onundeki Miscanti Lagunu'na getirdi. Muhtesem bir manzara vardi karsimda. Bu yukseklerdeki colu ortasinda karli bir dag ve o dagi eriyen karlari ile olusmus bir lagun.

Miscanti Volkani ve Lagunu colde yasayan yerel insanlar icin kutsalmis. Kesinlikle gole girilmesine veya volkana tirmanmaya izin verilmiyor.

Miscanti Lagunun kucuk kardesi Miniques Lagunu, arkasinda bir volkan olmadigi icin abisi kadar etkileyici degil ama inanilmaz mavilikteki rengi gokyuzu ile birlesince harika bir manzara cikiyor ortaya.

Yukseklerdeki bu mavilikleri gormek icin otobuslerde gecirdigim her dakikaya degdi diyebilirim.

Sonraki duragimiz "Soncar Sector" icinde yer alan Chaxa Lagunu ve buradaki flamingolar. Guney Amerika'nin ikinci buyuk tuz golu oldugunu ogreniyorum. Denizden yuksekligimiz 2300m. Bu tuzlu golde yasayan beta keroten tasiyan organizmalar flamingolarin ana besin kaynagi. Ayrica flamingolara pembe rengide veren ayni organizmalar. Bizi kiyiya yakin beslenen 5 flamingo karsiliyor. Lagunun manzarasi yine cok etkileyici. Bulutlar da gokyuzunu muhtesem bir sekilde susluyor.

Uzerinde bulundugu zorlu cografya ile inanilmaz dogal guzelliklere ev sahipligi yapiyor Sili. Kesinlikle bir daha gelmek ve bu sefer Guney Sili ve Patagonya'yi gormeyi planliyorum.

Atacama gezimdeki tek uzucu nokta, rehberin soyledigi, "sekiz yildir burada rehberlik yapiyorum, tanistigim ilk Turksun," lafi. Uzulmemek elde degil? Bu guzellikleri gorenler arasinda neden yoksunuz arkadaslar???

Friday, February 17, 2012

San Pedro de Atacama Yolu



Santiago`dan cikip Calama`ya gelmek tam 23 saat surdu. Ince ve uzun bir ulke Sili harita uzerinde. Baskent Santiago`da neredeyse tam ortada bir yerlerde. Ucaklar cok cok pahali, otobusler ise bir backpacker butcesi icin gercekten pahali. Sonucta yapilcak birsey yok. Amac colu gormek ise San Pedro de Atacama`ya gitmek icin baska bir yol yok.

Yolculugun ilk saatlerinde sehirden ciktiktan sonra hareket var. Fabrikalar, yerlesim yerleri. Bir sure sonra arada bir gorunup kaybolan Pasifik Okyanusu. Guney-Kuzey dogrultusunda ilerledigimizden denizi gorebilmek icin otobusun sol tarafinda pencere kenari koltugum batidan gelen gunes ile terletmeye basliyor beni. Bu ulkede air-condition pek yok. Gunluk sicakliklar 10-30ºC arasinda degistiginden sanirim... Simdi sicak biraz sonra soguk... Gunesten korunmak icin perdeler kapaniyor. Yollarda bol bol kaktusler ve az su ile yasamaya alismis bir bitki ortusu.



Gunes kaybolurken Pasifik kiyisinda yanyana iki sehir. Coquimbo ve La Serena. Coquimbo`ya girerken tepeden gelenleri karsilayan Ucuncu Milenyum Aniti. Anladigima gore Sili`deki en buyuk hacmis.

La Serena`nin plajlarini gecerek yola devam ediyoruz. Yanimda oturan buyukbaba iki torununu Calama`da madende muhendis olarak calisan babalarina goturuyor. 12 ve 8 yasindaki iki kiz, 23 saatlik bu uzun yolculukta seslerini bile cikarmadan yola devam ediyorlar.

Karanlik cokunce yastiklar ve battaniyeler dagitiliyor. Televizyonda ise korku filmi basliyor. Inanilmaz bir sekilde gece saat 23 gibi daldigim uykumdan sabah saat sekizde Antofagasta`ya gelirken uyaniyorum. Yollarda artik kaktus bile yok. Terracotta rengi bu topraklardan gelmis olabilir. Daglar, tepeler ve yol boyunca bizimle ilerleyen elektrik direktleri. Yollar inanilmaz bakimli. 1500 km boyunca bir tane cukur olmaz mi?? Yok iste. Antofagasta baska bir Pasifik sehri. Artik Peru sinirina daha yakiniz. 900km kuzeyde Peru var. Ama benim yolum Bolivya uzerinden.

Antofagasta`nin hircin dalgalarin dovdugu plajlarini da geride birakip doguya dogru devam ediyoruz. Gunes artik tam karsidan geliyor. Manzara cok fazla degismiyor. Koyu kahve/kirmizi bir col. Corak tepeler. Arada bu tepelerin ardindan cikip gelip yolumuzu kesen bir tren. Ama tasidigi yolcu degil. Maden sirketlerine sulfurik asit tasiyor vagon vagon. Onumuzden gecerken sayiyorum tam 22 vagon.

Butun bunlara otobuste eslik eden muzik ise `80lerden duzenlenmis bitmeyen bir potpori. Phil Collins, Sting, Madonna, Status Quo, Eagles caliyor... Ama kisa kisa... Duyuyorsun, hatirliyorsun ama muzik degisiyor...

Ve su anda Calama`dayim. Otobus terminalinin internet kafesinde. Bugunku yolun sonuna cok az kaldi. San Pedro de Atacama sadece 95 km otede... Gidelim ve gorelim bakalim. Atacama Colu... Beni bekle geliyorum...

Sunday, February 12, 2012

Lamalari gormeye gidiyorum...

Gidiyorum, gercekten gidiyorum...
 
Hayalini cok uzun zamandir kurdugum, turla rehber olarak gitmeyi dusundugum ama firsati yakalamisken backbacker olarak gitmeyi tercih ettigim Peru ve Bolivya'ya gidiyorum. Sanki ilk defa yola cikiyomus gibi hissediyorum kendimi. Ilk defa yapacagim bir geziyi adim adim yazacagim. Okuyor olursaniz bunlari benimle birlikte sizde gezeceksiniz Güney Amerika'nin yollarinda...
 
Ne kadar sansliyim ki Beyhan'la tanistim. Bana bu harika blogu yapmamda yardimci oldu.  Basliktaki Bolivyali kucuk kizda onun bir deseni. Cok cok tesekkur ederim, Beyhan. Hem desenini kullanmama izin verdigin, hem de yardimlarin icin. Peru'da icecegim ilk "kola inka"yi senin serefine kaldiracagim! :D
 
Hayatta gitmekten hic sıkılmayacagim ulkelerden birisi Hindistan. Gecen gün neden diye düsündüm. Anladim ki ben Hindistan'in renklerine asigim... Fotograflarindan gordugum Peru ve Bolivya'da rengarenk ulkeler. Insanlar rengarenk, tabiat rengarenk, kulturler rengarenk... Super bir gezi olacak bunu hissediyorum.
 
Machu Picchu'yu gormeye gidiyorum, Bolivya'nin tuz çöllerini görmeye, Titicaca Gölü'nün üzerindeki adaları keşfetmeye, La Paz'ın, Cusco'nun sokaklarinda yurumeye gidiyorum... Lamalari gormeye gidiyorum!!! Cantam sirtimda beni coooook uzun ucak yolculukları, daha da uzun otobus yolculukları bekliyor.  
 
Inanin bana gitmeye karar verdikten sonrasi cok kolay. Karar vermek yolun yarisi. Yola cikinca, yol akip gidiyor zaten. Ne olur siz de karar verin. Siz de yola cikin... Yol sizi bir yerlere götürür. Zaten amac bir yere gitmek degil. Yolu yasamak, yolda yasamak. Yollarda oyle hayatlar var ki. Yasadiginiz hayata sukretmenizi saglayacak ve hayallerinizi buyutecek. Hayaller olmadan cok zor yasamak cunku.
 
Gidiyorum iste... Takilin pesime...